8 Ocak 2013 Salı

KÜF



“Klak “ sesiyle bir an ışıldadı sokak lambasının altında işaret parmağı…  Gümüş bir yüzük gibi parmağına geçirdiği biranın açma halkasını çekti ve açtı… Bir “fırt” aldı kendi deyimi ile. Sigaradan sararmış griye çalan bıyığı ve sakalını elinin tersiyle sildi.
Yarı karanlık, ince, dar bir sokaktan yokuş aşağı doğru yürümeye başladı. Ayaza kesen rüzgar saçlarını bir o yana bir bu yana savuruyordu.Yürüdü ;yürüdü… Ne bu sokaklar ona; ne de o, bu sokaklara yabancıydı.  Ruhundan hallice yıkık dökük bir duvarın önünden geçti. Harabeye dönmüş cumbalı bir Rum evinin önünde durakladı bir an; kulağına bir ezgi çalındı. Ud sesi ,cümbüş sonra… Sonra kanun. Rakının  ,duygular ile koyun koyuna o yoğun kokusu geldi sanki burnuna. “-Mor menekşe boyun eğmiş, yapracığı suya değmiş;selviye benzer meşesi , deli olup aşka düşesi… “ Öyle derin bir ah çekti ki , rüzgar ile hışırdadı sanki muşmula ağacının yaprakları ve boynunu büktü; eğildi kalktı…
O eski harabe bir dönem dostları ile hoş sohbetler ettiği , heyecan ile kadınların sabun kokan koyunlarını ,denizden kıvrıla parlaya nazlı nazlı çektikleri sokarları ,köpüklü denizi konuştukları yerdi,Topal’ın meyhanesiydi.  Gerçi şimdilerde duyulmaz olmuştu fayton ve faytoncunun tiz sesi,nerde yaşanmışlığı var ise ya pansiyon, ya Rent A Car ya da turistik eşyaların satıldığı dükkanlara çevrilmişti…
Okul çıkışı koşturarak avlusunu geçtiği ,hızla tırmanarak çıktığı ahşap merdivenlerini aşarak annesine sarıldığı o eski evleri de şimdi gençlerin yüksek sesli ,yardırgadığı müzikler ile kızlı erkekli eğlendiği bir bar olmuştu.
Pek yaşıtı da kalmamıştı.Eski günleri konuşacak kimsesi nerdeyse yoktu.Yaşlı kokuyordu.Kırışmış yüzüne denk gelmemeye gayret gösteriyordu.Yokuş aşağı yürümeye devam etti.Ekmek kokan ,geç saate rağmen halen açık fırının önünden geçti.Taşlı sokakları bir bir geçerken peşine bir sokak köpeği takıldı.İnce sokağı dolanarak limana indi. Rüzgar şiddetini iyiden iyiye arttırmış,inceden yağmur yağmaya da başlamıştı.
Limana indiğinde ortalıklarda pek kimse yoktu.Yatlar ,balıkçı tekneleri yükselip alçalıp dalgalarla sallanıyordu.Denizin rüzgarla savrulan tuzlu suyu yer yer yüzünü ıslatıyordu. Dalgakıranın ucunda deniz feneri yanıp sönüp göz kırpıyordu. Önde o ardında köpek dalgakırana doğru yürümeye devam etti. Elindeki birayı da boşlamıyordu. Doğa zaman ile el ele vermiş kendini yenilemiş,insanlar değişmiş çocuklar büyümüş,yaşlılar yok olmuş , eskinin üzerini yenisi örtmüştü…Hala niyeydi bu ayakta kalış,direniş. Ne için çabalıyordu. Yitip giden tüm anılar ,yüzler , elbette yitip gidecekti.Oyunun kuralı buydu. Peki niyeydi bu oyunbozanlık. Kabullenemeyiş…  Bu denli yalnızlığa değer miydi ? Yürüdü… Yürümeye devam etti. Dalgakırana varmıştı artık.Bir kaç basamaklı demir merdivene tutunarak çıktı. Köpek bakakalmıştı ardından. Niyedir bilinmez ardına takılmıştı işte.Fakat artık bu noktadan sonra yolları ayrılıyordu.Daha fazla gelemezdi onla. Arka ayaklarını kırdı ve oturdu. Adamın gözlerinin içine baktı.Sanki bir şey diyecek oldu fakat yapamadı.Belki de yaptı fakat adam anlamadı.
Yağmur şiddetlendi. Gök gürlüyor,dalgalar kayıkları daha yükseklere çıkarıp  aşağı bırakıyordu.  Dalgakırana dev dalgalar olanca gücü ve hızıyla geliyor ,çarpıyor ve adamın boyunu aşacak yüksekliklere ulaşarak duvarda patlıyor,dağılıyordu. İyiden iyiye ıslanmıştı fakat tınmadı bile. Dalgakıranın ucuna kararlı yürüyüşünü devam ettirdi.Aşağıda kalmış köpek ise onu gözleriyle takip ediyordu.
   Denize baktı ,kayalara baktı… Donsuz neşe içinde denize girdiği,yüzdüğü ,babasının elini tutarak yaladığı dondurmasını ve şimdiye nispeten daha berrak olan güneşin altında pırıl pırıl parlayan turkuaz suyu anımsadı. Denizin dibi cam gibi seçilirdi,şimdiyse duman griysi ve öfkeliydi.Arkasını döndü ve şehre baktı. Falezlere,üzerindeki ışıltılı binalara, eski Kaleiçi evlerine,sokaklara,tek tük kalan ağaçlara,teknelere …Şehir, onun yaşadığı şehir değildi artık. Birasının dibini içti. Yere,köşeye bıraktı. Denize döndü .Dalga , dalgakırana çarptı ve yükseldi ,su kabardı.Köpek ani bir baş hareketi yaptı ve  doğruldu; havladı. Su geri çekildi. Dalgakıranın üzerinde yalnızca bira kutusu durmaktaydı artık. Köpek boğuk boğuk havladı…Önce damarlı birkaç koldan oluşan  boz bir şimşek köpeğin gözlerinin içinde yansıyan bira kutusunun  metal yüzeyini aydınlattı ve ardından sert güçlü gök gürültüsü ve dalga sesiyle köpeğin havlaması duyulmaz oldu.

5 Ocak 2013 Cumartesi

Ben 7 yaşındaki bir çocuğun görebileceği en geniş alınlı servisçiye sahip, bir 1a öğrencisiydim.

Hayal meyal hatırlıyorum eğitime başladığım günü. Kapıdan çıkarken, babamın verdiği 500 bin liranın yeteceği hatta ohoooğ dondurma bile alabilirimin hesaplarıyla koşmuştum servis bekleme alanım olan mahalle bakkalımızın önüne.(hayatımda yaptığım tek hırsızlık vakasının ev sahibi) ”sağ” kolumdaki babamın duvar saatinin kola uyarlaması olan, 7 yaşında bir çocukta çook komik görünmesi kuvvetle muhtemel olan saatime baktığımda 7 buçuu 2 geçiyordu.İşte o gün başlamıştım kendimce oyunlar kurup oynamaya.İçimden 20 ye kadar sayıcam eğer gelmezse servisi kaçırmış olduğumu ilan edip,eve dönecektim.Ve 20 saniyem dolmuş,hayat tüm gerçekçiliğiyle devam ediyordu.umutlarım sönmüş olsa da yine kendimce kurduğum hakemin verdiği uzatma kararı olan o son 10 saniyeyi saymaya başlarken servisi gördüm.Ben, 7 yaşındaki bir çocuğun görebileceği en geniş alınlı servisçiye sahip, bir 1 a sınıfı öğrencisiydim.Servisin bütün havalı yerlerine el koyulduğu için “sandık” olarak adlandırılan ek kontenjanlı yere oturmuştum.gözüme içine su doldurulmuş 2buçuk litrelik yedigün şişesi çarpmıştı.Kendimce yarattığım oyunları oynamaya devam ediyordum.Bu oyunlara zamanla sanki bir işim varmışçasına yürüdüğüm anlamsız okul bahçesi köşeleri,sınavda kopya çekmeye çalışırken hocayla göz göze gelince problemin çözümünü adım gibi biliyormuşum dilimin ucundaymış ama çıkmıyormuş mimikleri de ekleniyordu.Dün üniversite öğrencisi olarak girdiğim “art and communication” dersinin ortasında fark ettim,hala kendimce yerdeki parkelerden oyun yaratıp oynadığımı ama 500 bin liranın artık yetmediğini..

NANO TEKNOLOJİ


Koltuk takımının evlenirken ya da kiradan kendi evine çıkarken, kendi evime yatırım yapıcam adı altında alınan eşyaların en önemlisi olduğunu biliyoruz .Peki gel abicim sana şu modelimi gösteriyim diyor,güvenli tavrından ve takım elbisesinden etkilenip peşine takılıyorum.asansörün tuşuna basıyor.Gergin bekliyoruz.kravatını düzeltip kendini tanıtıyor Ahmet Işıklı! evet soyadını da söylüyor .Ağır aaabili dizilerden alışmış ya da markalaşmak isteyen genç takım elbiseli ama yüzünde de “muhafazakar esmerliği”olan bi satış danışmanıyla karşı karşıyayım diye düşünüyorum.O sıra asansör geliyor.olması gerekenden geniş bir asansör ,yerdeki “kıymık”lara bakılırsa eşya da taşınabilen bir asansör.biniyoruz..aynada gözgöze geliyoruz.ayna görünce bakıyorum(ben maymundan değil evet muhabbet kuşundan geliyorum)istediğimiz kata ulaşınca asansörün Avrupa standartlarına uygun 2inci kapısı “bıngg” efektiyle açılıyor.Kapıyı itip çıkıyoruz.5inci kattayız.koltuklara bakarak bu katın bakmaya değil almaya gelen müşterinin çıkarıldığı bi kat olduğunu anlıyorum.Takım elbiselinin buyurun anlamına gelen baş eğişiyle ilerliyoruz.İlk gösterdiği türk ailesi koltuğu oluyor.Bunu yastıklarındaki yanarlı dönerli kelebek motifleri ve koltuk başlarındaki(maç izlerken üstüne oturulan yer)yaldızlı işlemelerden anlıyorum.
Sessizce bakıyoruz
-Yok..
Diyorum.Peeeki güzel aaabicim ben de neleri var anlamına gelen göz kısışını yapıyor.İlerliyoruz…Az ilerde padişahlara layık bir divan görüyorum.soruyorum: “ Aaa bunu “da” alan var mı?
Alıcağımı sandığını sanıyorum. Olmaz mıı…isminizi bağışlarmısınız? Diyor. İsim sormanın esnaf versiyonuyla karşı karşıyayım.Şaşkınlığım kısa sürede atıp Onur diyorum.Bak onurcum diyor.onurcum oluyorum.Yurt dışına sattığım modellerden diye başlıyor anlatamaya.Gözüm ilerdeki koltuk takımına çarpıyor.Beyaz ve modern kesimli bir takım.Evet evimiz “modern”döşensin istiyorum.Tanzimattan bu yana gelen bu akımın etkisinden kurtulamıyorum.Belli ki takıma olan övgüsü bitiyor.”Hıııığ” diyorum.Peki ya şu ilerdeki ne kadar diyorum.Gözlerimdeki sevgiyi görmüş olmalı..Hemeeen diyor.sade bir şey aradığımı anlıyor.Ağzıma bal çalmaya başlıyor.”Bak abi neydi adın Onur.bak Onurcum ben bu modeli İtalyan kataloğundan..” diye devam ediyor Avrupalılaşma sürecimi fark etmiş olmalı.Beyaz olduğu için kir tutmaz mı adlı ilk akla gelen soruyu sormama fırsat vermeden NANO teknolojisinden ,12 milyon sürtünmeye kadar dayandığına,koltuğun yastığının iç malzemesine kadar bol terimli bir sunum izlerken buluyorum kendimi.”-Peki ozaman e alalım bunu” diyorum. Hemeeen anlamındaki kafa eğiliyor yine.Fiyat soruyorum BANA yapacağı güzelliklerden bahsediyor.Peki diyorum el sıkışıyoruz.Elimi dakikalarca sıkarak bir şeyler anlatıyor,o an beynim sadece elimin terlemesine odaklı, hiçbir şey anlamıyorum.Dükkandan çıkarken  aklımda bir tek şey kalıyor.ve kendimle konuşmaya başlıyorum.”12 milyon sürtünmeye kadarsa e iyidir bu.

BİNLERCE DANSÖZ VAR


 “Kaarşim bu oynu biliyooor!” derken göz göze geliyoruz, bilardo masasının yanında ıstakasını sebepsiz yere tebeşirleyen, kısa gibi ama değil, ben boylarındaki adamla.Giydiği polo tişörtün yakalarıyla olan derdi gözüme çarpıyor.Kendisinden daha “şekil” bulduğu “kaarşi” topu, bilardo masasının iki duvarına çarptırıp, vurmak istediği topu deliğe sokuyor.Büyük başarı, yani en azından benim gibi az hatta hiç bilardocular için.”Aaşkıııım yuppiii” sesini duyar duymaz kafamı platin saçlıya çeviriyorum.Sevgilisinin atışını kutluyor.İnceden özeniyorum sevgilisine sevgisini reel hayatta bu denli belli edebilmesine.Sol omuz başımda şeytan onur çıkıp : “ucuz sevgi bununki bugün buna yarın sana aşkım deer”.diyor.Sağ açımdan konuşan boynuzlu onuru ciddiye alamıyorum.Elindekinin de ismini soruyorum.
“Abi…galiba  çatal.….yani,ne olabilir ki başka?sence?.......” Diyor.Kaybol diyorum kayboluyor.Tek kesebildiğim racon yine kendime oluyor. Platin ve lakos sponsorluğunda yaşayan kızımız ve kirli sakal kucaklaşıyorlar.Aşkları şahlanıyor..Onlar gibi olamadığıma yanarken, melek onur‘u görüyorum sağ omuz başımda.Orası daha sportif olduğu için rahat uzatmış ayaklarını omuz başımdan, elde sigara konuşuyor.”Rahat ol onurcum,senin karakterin bu,takmaa.”diyor.Takmıyorum.kayboluyor.Bunlar yaşanırken kafamda, arkadaşım özel hayatını anlatmaya devam ediyor.Duymuyorum, burun ve dudak arasındaki çukura odaklanmış olan beynimi uyarıyorum.”Hı hı evet” diyerek arkadaşımı onaylıyorum.Hikayesini anlatmaya devam ediyor.Ben ve meleklerim.çarlininkiler yanında çirkin sayılabilirler.Arkadaşımı dinlemeye devam ediyoruz.Sıradan bir final yaparak anlatıcaklarını bitiriyor,artık dağılabiliriz.Bir süre sessiz oturuyoruz.Ömrümüzden giden dakikaları sayıyorum.Ben kaçar hacı saat on iki buçuk olmuş diyor.Peki mademle uğurluyorum. Ev yürüme mesafesinde.Ellerim cebimde yürüyorum.Canı öyle istediği için sağımdaki çöp kutusunun dibine yatmış uyumakta olan köpeği görüp,kafa nereye ben oraya tavrına özeniyorum.Neyseki çok geçmeden eve ulaşıyorum.Salonun ışığını açıyorum.Sabah geç kalacağım endişesiyle hızlıca çıkardığım eşortman altımın sürreal haliyle karşılaşıyorum.Saat gece yarısı bir olmasına rağmen,üşenmiyorum.Bir mağaza çalışanı titizliğiyle düzeltiyorum.Katlama işi sona ermek üzereyken dışardan gelen acı fren sesiyle pencereye koşuyorum.Perdenin arkasına saklanmış ne olduğunu gözlerken ben aşağıdaki arabanın içinden yüksek sesle çalan “serdar ortaç hiti” ve bir kızın:
 “Hayır erman.seni dinlemiyorum.Ne demekmiş yaa” bağırtılarını duyuyorum. Erman karşılık veriyor “Kızım sus.sus dedim.Sus,sus lan!” .”Kızı” susmuyor,kapı açılıyor Erman “kızı”nın kolunu sıkarak arabaya yaslıyor,kız şiddetle :”Yeter be yeter adi herif” diye haykırıyor. Erman tokadı basıyor ve kız yere yapışıyor.Arabanın teybindeki serdar ikinci şarkıya başlıyor,”üzecek adam çook!.” Belli ki Erman ve kızı serdarın cd sini dinliyor.Olay ilgimi çekiyor uzak gözlüğümü montumun cebinden alıyor ve tekrar pencereye koşuyorum. Şimdi her şey çok daha net olarak görünüyor.Ermanın kirli sakalları ve yerdeki kızın platin saçları benim içimde küçük bir mutluluk kelebeği havalandırıyor.Tam kelebeğim havalanmak üzereyken sağ omzumda yeniden melek onur bitiveriyor: “Ayıp,ayıp nsanların mutsuzluğundan mutlu..” Tam o sırada sözünü kesiyorum.Tamam abi o geyiğe hiç girmeyelim gece gece.Şeytan onur sol omzumdaki yerini alıyor: “Demedim mi olum ben sana, ucuz sevgi bununki bugün bunaa yarın sana aşkım deer “diyor. Kıs kıs gülerken biz şeytanımla ,aşağıda serdar şarkılarına hız kesmeden devam ediyor:”Bebeğim oldun daha ilk günde ne çabuk dediğin zaman ağlıyorum.”

Sanırım Haklıydı Ve Ben O Şekeri Çok Önce Yemiştim

Saat sabahın 4 üydü,kulağımda tümör şüphesi taşıyan bir ısı mevcuttu ama şikayetçi değildim.Az önce evimizin çamaşır asmalık olmayan  balkonunda 2saat 48 dakikalık bir telefon görüşmesi yapmıştım.Süreden anlaşılabileceği gibi konuştuğum kişi " yok abi seviyorum diyemem,daha çok yeni zaten,hem daha kesin bişey yok"tu.Yatağıma uzanmış normale dönme sürecimin tamamlanmasını bekliyordum.Çünkü henüz ağzım kulaklarımdan dönmemişti.Yastıkta sürekli rotasyona giderek gerekli soğukluğu daimi kılıyordum.Konuşma sırasında yaptığım hatalara ah lar çektikten sonra sabah ezanı eşliğinde uykuya dalmıştım.Bu olağanüstü mutluluk halinden dolayı sık sık uyanıyor telefonumu kontrol ediyordum.Her şeyin yolunda gittiğini garantileyen mesajlardı beklediğim.Çocukluğumdan beri aşk acısı çekmek,aşık adam tabi hali başka oluyor durumlarına hep uzaktım hatta "aşk"ı fazla iddalı bir kelime olarak görüyordum.Ama sanırım içinde bulunduğum halin başka bir açıklaması yoktu.Henüz "adını koymadık" sürecindeyken,ben, basbaya aşık olmuştum.Ve bu durum benim "ilişki profesyoneli"olamamam yüzünden su yüzüne çıkıyordu.Gidilen mekanlarda 2nci biradan sonra telefona sarılmalar yakınlarım tarafından "sakin ol be oğluum" davetlerini beraberinde getiriyordu.Ben alkol ve aşkın etkisiyle ki bu 2li yanyana gelmemelidir(ateşle barut 2li bile sayılmaz)içtikçe seviyorum ulanlara doğru yelken açıyordum.Attığım mesajlar,aynı anda aynı duyguyu paylaşamama duvarına çarpıp geri dönüyordu.Ertesi gün gelen cevap sanırım her şeyi açıklıyordu." Sen çok iyisin ya,herkese inanma tamam mı biri sana şeker verirse yeme sakın :) "sanırım haklıydı ve ben o şekeri çok önce yemiştim.

NOHUT


Yağmurun yağıp yağmadığını, karşıdaki gecekondunun damında birikmiş suda oluşan halkaların büyüklüğünden anlayabiliyorlardı. Bir sonraki şimşeğin ne taraftaki kara bulutların arasından çakacağını tahmin etmeye çalışmak çok keyifliydi. Ve bu şimşeğin önce yüzlerini daha sonra içinde bulundukları odayı ne kadar aydınlattığına göre az sonra duyulacak olan gök gürültüsünün şiddetini kestiriyorlardı. Bütün bu olayları kalın perde ve hemen önündeki tül perdeyi aralamış, pervazda üşüyen dirsekleriyle izliyorlardı. Dirseklerinin hemen yanında tüm bu olanları, eski bir yoğurt kabı içinde pamuklara sarılmış bir nohut da izlemekteydi. O kabın içindekinin sadece filizlenmeyi bekleyen bir nohut olduğunu söylemek sanırım bu ikili için biraz acımasızlık olurdu. Onların hayattaki şimdilik en büyük sorumlulukları olan bu nohut için her gün okuldan gelir gelmez yeni bir pamuk parçası koparır, nohutun bir bebeğin altını değiştirircesine günlük bakımını yaparlardı. Gördüğü ilgiye karşılıksız kalmayan nohut her gün biraz daha filizleniyordu. Şimşeği ve gök gürültüsünü yaklaşık yarım saat kadar büyük bir ilgi ve neşe içinde izleyen bu ikili sıkılmış olacak ki önce kalın sonra da tül perdeyi örterek odaya döndüler. Odayı çeşitli konumlara atanmış mumlar aydınlatıyordu. Televizyonun, ikiliği koltuğun yanındaki sehpanın ve yemek masasının (evde yemek yenenle televizyon izlenen ayrı ayrı odalar olmadığı için odada büyük bir yer kaplayan ) üstündeki mumlar. Odada 1950’lerden kalma koyu kahve neredeyse siyaha yakın renkte iki büyük dolap vardı. Aslında eski bir sokak arasında kirada oturan bir memurun ailesinin evi olduğunu düşünürsek bu evin, o iki kitaplığın da azami ne kadar büyük olduğunu siz düşünün. Ama bu iki çocuk için devasa dolaplar olduğunu söyleyebiliriz. Dolaplardan birinin raflarında kitaplar doluydu ve kitapların olduğu rafın hemen üstünde iki adet göz bulunmaktaydı. Bu gözler bir kısım tarihi geçmiş bir kısım da çocuklar tarafından asla anlaşılamayan garip isimli ilaçlarla doluydu. Dolabın zemine basan ayaklarının etrafında toz kütleleri oluşmuştu. Yerdeki eskimiş halıflexin üstünde dolabın zaman zaman biraz ileri biraz geri gitmesi sonucu oluşmuş küçük kareler vardı. Bu karelerin çapıyla dolabın ayaklarının çapı, Sindirellanın ayaklarıyla prensin elinde kapı kapı dolaştırdığı ayakkabının çapı arasındaki orandan bir farkı yoktu.
Dolabın evin küçük oğlu için ayrı bir önemi vardı çünkü babası düzenli aralıklarla onu bu dolaba yaslayarak, onun dik ve sabit durmasını ister ve elindeki cetveli kafasına hizalayarak dolaba bir çentik atardı. Daha sonra bu çentik eldeki cetvelle ölçülürdü. Bu her ölçüm dolapta yeni bir çizik bırakıyordu.
Yağmurun şiddetinin azalmasıyla çocukların neşesi de azalmaya başlamıştı. Onlar her gök gürültüsünde, ertesi günkü okula gitme zorunluluğundan biraz daha uzaklaştıklarını hissediyor mutlu oluyorlardı oysa.  Az sonra elektrik de geldi. Neşeleri hepten yok olmuştu. Artık odadaki her cisim fazlasıyla gerçek ve bir o kadar da yıpranmıştı. Neyse ki nohut hala oradaydı.

BEN


Farklı olduğunu iddia eden bu iddiasını “John Lenin” gözlüğüyle taçlandırmış genç kız modeliyle karşı karşıyaydım. Ve bu arkadaş,"Ertunç’un kız arkadaşı" sıfatıyla sıfatıma bakmaktaydı. Kendine yakıştırdığı sıfat şüphesiz "marjinal,yok abi bu bildiğin kızlardan değil" idi. Genetik konusunda talihin yüzüne gülmediği, ancak bireysel çabalarıyla "hoş kız" unvanına kavuşan bir Anadoluluydu. Bu bireysel farklılaşma harekâtına öylesine kaptırmıştı ki kendisini, sanki onun kafa kâğıdında anne adı Hayrıgülnisa yazmamaktaydı.

Yer yer uzun sessizliklerin yaşandığı bir sohbetin içindeydik. Onun "her şeyin farkındayım aynı zamanda da kafa kızım" alt metinli şakalarına, ben de az değilim hani'lik cevaplar yapıştırıyordum. Yaptığım esprilere gülerken o,sessiz ve de kuul kalarak kaliteme kalite katıyordum. Bu zorlu mücadele iki takımın da birer golüyle berabere bitmişti. Formaları değişip soyunma odalarına ilerleyecekken biz telefonu çaldı. Arayan dobra kız Tuğçe’ydi.
"Aaabi nası ya,hasssiktir.Yalaaaan.Issa ıssa"...Tuğçe sevgilisi Tunga’dan ayrılmıştı. İçip kafa dağıtmaya Morss’a gidicekti ve bu gece orada, çok acayip müzik yapıyoruz ama Türkiye kıymetimizi anlamadı gruplarından Meksas çıkıyordu. Marjinal kız Buse grubun ritim gitaristine âşıktı. Bu gitarist Kerem’i ne zaman görse (İstanbul’da grup elemanı ve dizi oyuncularıyla sık sık karşılaşılabilirsiniz ve bunu olağan karşılarsınız.) Lütfen.) dağınık saç modeli ve kalçalarından bahsediyordu ki bir erkeğin kalçasının nasıl olması gerektiğini de anlayabilmiş olan biri henüz bulunmamaktadır.
Küçük sıkı mı yoksa Roberto Carlos çıkıklığı mı? Hayır, bilelim de ona göre.

Buse telefonu kapattıktan sonra "kalk kalk kalk gidiyoruz kaçırıyorum seni" dedi ve sarı dolmuşlar vahıstasıyla,Taksim'deki Morss adındaki mekâna geldik. Bildiğimiz evin içine dokunulmazlığı olan posterlerden( John lennon,Bob marley ve tabii ki Şarlo) asıp alkolü dayayınca, “çok şirin, pek kalabalık da olmuyor,sıcacık.seviyorum"mekanı olmuş olan Morss gerçekten de pek kalabalık değildi.

Buse ve Tuğçe’nin sarılmalarından sonra sıra bana gelmişti ve henüz tanışmadığımız için gergindim.Tuğçe beni görür görmez sarılarak, senenin 2012, bulunduğumuz şehrin de kültür başkenti İstanbul olduğunu hatırlattı.Canberk, Erkut, ben, Buse ve Tuğçe bir masanın etrafına toplanmıştık. Ortamdaki ses müziklikten çoktan çıkmış gürültü il sınırındaydı ve hiçbirimiz birbirimizi duyamıyorduk. Ama aldırmıyorduk da çünkü olması gereken buydu.

İstanbul’daki ilk senemdi ve daha önce "ortam"lara giren biri olmamıştım. Anadolu’nun bağrında, kaplan desenli halının üstünde, Flash TV eşliğinde Mustafa Keser şov izleyen, izlenilen bir ailede de yaşamama rağmen. "İstanbullu" olmanın farklı olduğunu yeni yeni anlıyordum.

Kendi içime dönmüş masadaki patlamış mısır ve patlamamış ama soslanmış mısırları yerken Tuğçe’nin çığlığıyla ortama döndüm. Neredeyse hiç meşhur olan grup çıkmıştı. Grup yirmi beş-otuz yaş aralığındaki müzisyenlerden oluşuyordu. İçlerindeki en müzisyenin basçı olduğunu beyazlar karışmış top sakalından, tercih ettiği kelliğinden anlayabiliyordum. Kadıköy’de müzik evine sahip bir duruşu vardı. Ama grubun en çok ekmeğini bol dövmeli serseri Borat’ın yediğine de şüphe yoktu. Şarkılar, ritim gitaristle davulcunun küçük şakalaşmaları, hiç bir şey çalan solistin gitar sololarında eliyle hayali sola atmaları ile sona ermişti.
Alkol ve müziğin etkisiyle hepimiz yorulmuştuk. Konser sırasında Tuğçe Tunga’yla kavga etmiş Buse onu tuvalete götürmüş, ağlayan durulan ve makyajı tazelenen gözlerden, her erkek gibi etkilenen Tunga’nın, Tuğçe’den özür dilemesi ve çiftin barışmasıyla ortam yumuşamıştı. Mekândan çıkmıştık, benim dışımdaki herkes Tunga'nın arabasıyla evlerine dağılmıştı ve ben İstanbul’daki ilk senesini yaşayan, hayata antidepresanla adapte olabilen ben, güzel olduğunu düşündüğüm için neredeyse hiç çıkarmadığım kazağım, Garanti ve Turkcell dışında gün içinde mesaj görmeyen telefonumla yurduma dönüyordum.