5 Ocak 2013 Cumartesi

BEN


Farklı olduğunu iddia eden bu iddiasını “John Lenin” gözlüğüyle taçlandırmış genç kız modeliyle karşı karşıyaydım. Ve bu arkadaş,"Ertunç’un kız arkadaşı" sıfatıyla sıfatıma bakmaktaydı. Kendine yakıştırdığı sıfat şüphesiz "marjinal,yok abi bu bildiğin kızlardan değil" idi. Genetik konusunda talihin yüzüne gülmediği, ancak bireysel çabalarıyla "hoş kız" unvanına kavuşan bir Anadoluluydu. Bu bireysel farklılaşma harekâtına öylesine kaptırmıştı ki kendisini, sanki onun kafa kâğıdında anne adı Hayrıgülnisa yazmamaktaydı.

Yer yer uzun sessizliklerin yaşandığı bir sohbetin içindeydik. Onun "her şeyin farkındayım aynı zamanda da kafa kızım" alt metinli şakalarına, ben de az değilim hani'lik cevaplar yapıştırıyordum. Yaptığım esprilere gülerken o,sessiz ve de kuul kalarak kaliteme kalite katıyordum. Bu zorlu mücadele iki takımın da birer golüyle berabere bitmişti. Formaları değişip soyunma odalarına ilerleyecekken biz telefonu çaldı. Arayan dobra kız Tuğçe’ydi.
"Aaabi nası ya,hasssiktir.Yalaaaan.Issa ıssa"...Tuğçe sevgilisi Tunga’dan ayrılmıştı. İçip kafa dağıtmaya Morss’a gidicekti ve bu gece orada, çok acayip müzik yapıyoruz ama Türkiye kıymetimizi anlamadı gruplarından Meksas çıkıyordu. Marjinal kız Buse grubun ritim gitaristine âşıktı. Bu gitarist Kerem’i ne zaman görse (İstanbul’da grup elemanı ve dizi oyuncularıyla sık sık karşılaşılabilirsiniz ve bunu olağan karşılarsınız.) Lütfen.) dağınık saç modeli ve kalçalarından bahsediyordu ki bir erkeğin kalçasının nasıl olması gerektiğini de anlayabilmiş olan biri henüz bulunmamaktadır.
Küçük sıkı mı yoksa Roberto Carlos çıkıklığı mı? Hayır, bilelim de ona göre.

Buse telefonu kapattıktan sonra "kalk kalk kalk gidiyoruz kaçırıyorum seni" dedi ve sarı dolmuşlar vahıstasıyla,Taksim'deki Morss adındaki mekâna geldik. Bildiğimiz evin içine dokunulmazlığı olan posterlerden( John lennon,Bob marley ve tabii ki Şarlo) asıp alkolü dayayınca, “çok şirin, pek kalabalık da olmuyor,sıcacık.seviyorum"mekanı olmuş olan Morss gerçekten de pek kalabalık değildi.

Buse ve Tuğçe’nin sarılmalarından sonra sıra bana gelmişti ve henüz tanışmadığımız için gergindim.Tuğçe beni görür görmez sarılarak, senenin 2012, bulunduğumuz şehrin de kültür başkenti İstanbul olduğunu hatırlattı.Canberk, Erkut, ben, Buse ve Tuğçe bir masanın etrafına toplanmıştık. Ortamdaki ses müziklikten çoktan çıkmış gürültü il sınırındaydı ve hiçbirimiz birbirimizi duyamıyorduk. Ama aldırmıyorduk da çünkü olması gereken buydu.

İstanbul’daki ilk senemdi ve daha önce "ortam"lara giren biri olmamıştım. Anadolu’nun bağrında, kaplan desenli halının üstünde, Flash TV eşliğinde Mustafa Keser şov izleyen, izlenilen bir ailede de yaşamama rağmen. "İstanbullu" olmanın farklı olduğunu yeni yeni anlıyordum.

Kendi içime dönmüş masadaki patlamış mısır ve patlamamış ama soslanmış mısırları yerken Tuğçe’nin çığlığıyla ortama döndüm. Neredeyse hiç meşhur olan grup çıkmıştı. Grup yirmi beş-otuz yaş aralığındaki müzisyenlerden oluşuyordu. İçlerindeki en müzisyenin basçı olduğunu beyazlar karışmış top sakalından, tercih ettiği kelliğinden anlayabiliyordum. Kadıköy’de müzik evine sahip bir duruşu vardı. Ama grubun en çok ekmeğini bol dövmeli serseri Borat’ın yediğine de şüphe yoktu. Şarkılar, ritim gitaristle davulcunun küçük şakalaşmaları, hiç bir şey çalan solistin gitar sololarında eliyle hayali sola atmaları ile sona ermişti.
Alkol ve müziğin etkisiyle hepimiz yorulmuştuk. Konser sırasında Tuğçe Tunga’yla kavga etmiş Buse onu tuvalete götürmüş, ağlayan durulan ve makyajı tazelenen gözlerden, her erkek gibi etkilenen Tunga’nın, Tuğçe’den özür dilemesi ve çiftin barışmasıyla ortam yumuşamıştı. Mekândan çıkmıştık, benim dışımdaki herkes Tunga'nın arabasıyla evlerine dağılmıştı ve ben İstanbul’daki ilk senesini yaşayan, hayata antidepresanla adapte olabilen ben, güzel olduğunu düşündüğüm için neredeyse hiç çıkarmadığım kazağım, Garanti ve Turkcell dışında gün içinde mesaj görmeyen telefonumla yurduma dönüyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder