Farklı
olduğunu iddia eden bu iddiasını “John Lenin” gözlüğüyle taçlandırmış genç kız
modeliyle karşı karşıyaydım. Ve bu arkadaş,"Ertunç’un kız arkadaşı"
sıfatıyla sıfatıma bakmaktaydı. Kendine yakıştırdığı sıfat şüphesiz
"marjinal,yok abi bu bildiğin kızlardan değil" idi. Genetik konusunda
talihin yüzüne gülmediği, ancak bireysel çabalarıyla "hoş kız" unvanına
kavuşan bir Anadoluluydu. Bu bireysel farklılaşma harekâtına öylesine
kaptırmıştı ki kendisini, sanki onun kafa kâğıdında anne adı Hayrıgülnisa
yazmamaktaydı.
Yer
yer uzun sessizliklerin yaşandığı bir sohbetin içindeydik. Onun "her şeyin
farkındayım aynı zamanda da kafa kızım" alt metinli şakalarına, ben de az
değilim hani'lik cevaplar yapıştırıyordum. Yaptığım esprilere gülerken o,sessiz
ve de kuul kalarak kaliteme kalite katıyordum. Bu zorlu mücadele iki takımın da
birer golüyle berabere bitmişti. Formaları değişip soyunma odalarına
ilerleyecekken biz telefonu çaldı. Arayan dobra kız Tuğçe’ydi.
"Aaabi
nası ya,hasssiktir.Yalaaaan.Issa ıssa"...Tuğçe sevgilisi Tunga’dan
ayrılmıştı. İçip kafa dağıtmaya Morss’a gidicekti ve bu gece orada, çok acayip
müzik yapıyoruz ama Türkiye kıymetimizi anlamadı gruplarından Meksas çıkıyordu.
Marjinal kız Buse grubun ritim gitaristine âşıktı. Bu gitarist Kerem’i ne zaman
görse (İstanbul’da grup elemanı ve dizi oyuncularıyla sık sık
karşılaşılabilirsiniz ve bunu olağan karşılarsınız.) Lütfen.) dağınık saç
modeli ve kalçalarından bahsediyordu ki bir erkeğin kalçasının nasıl olması
gerektiğini de anlayabilmiş olan biri henüz bulunmamaktadır.
Küçük
sıkı mı yoksa Roberto Carlos çıkıklığı mı? Hayır, bilelim de ona göre.
Buse
telefonu kapattıktan sonra "kalk kalk kalk gidiyoruz kaçırıyorum
seni" dedi ve sarı dolmuşlar vahıstasıyla,Taksim'deki Morss adındaki
mekâna geldik. Bildiğimiz evin içine dokunulmazlığı olan posterlerden( John
lennon,Bob marley ve tabii ki Şarlo) asıp alkolü dayayınca, “çok şirin, pek
kalabalık da olmuyor,sıcacık.seviyorum"mekanı olmuş olan Morss gerçekten
de pek kalabalık değildi.
Buse
ve Tuğçe’nin sarılmalarından sonra sıra bana gelmişti ve henüz tanışmadığımız için
gergindim.Tuğçe beni görür görmez sarılarak, senenin 2012, bulunduğumuz şehrin
de kültür başkenti İstanbul olduğunu hatırlattı.Canberk, Erkut, ben, Buse ve
Tuğçe bir masanın etrafına toplanmıştık. Ortamdaki ses müziklikten çoktan
çıkmış gürültü il sınırındaydı ve hiçbirimiz birbirimizi duyamıyorduk. Ama
aldırmıyorduk da çünkü olması gereken buydu.
İstanbul’daki
ilk senemdi ve daha önce "ortam"lara giren biri olmamıştım. Anadolu’nun
bağrında, kaplan desenli halının üstünde, Flash TV eşliğinde Mustafa Keser şov
izleyen, izlenilen bir ailede de yaşamama rağmen. "İstanbullu"
olmanın farklı olduğunu yeni yeni anlıyordum.
Kendi
içime dönmüş masadaki patlamış mısır ve patlamamış ama soslanmış mısırları
yerken Tuğçe’nin çığlığıyla ortama döndüm. Neredeyse hiç meşhur olan grup
çıkmıştı. Grup yirmi beş-otuz yaş aralığındaki müzisyenlerden oluşuyordu.
İçlerindeki en müzisyenin basçı olduğunu beyazlar karışmış top sakalından, tercih
ettiği kelliğinden anlayabiliyordum. Kadıköy’de müzik evine sahip bir duruşu
vardı. Ama grubun en çok ekmeğini bol dövmeli serseri Borat’ın yediğine de
şüphe yoktu. Şarkılar, ritim gitaristle davulcunun küçük şakalaşmaları, hiç bir
şey çalan solistin gitar sololarında eliyle hayali sola atmaları ile sona
ermişti.
Alkol
ve müziğin etkisiyle hepimiz yorulmuştuk. Konser sırasında Tuğçe Tunga’yla
kavga etmiş Buse onu tuvalete götürmüş, ağlayan durulan ve makyajı tazelenen
gözlerden, her erkek gibi etkilenen Tunga’nın, Tuğçe’den özür dilemesi ve çiftin
barışmasıyla ortam yumuşamıştı. Mekândan çıkmıştık, benim dışımdaki herkes Tunga'nın
arabasıyla evlerine dağılmıştı ve ben İstanbul’daki ilk senesini yaşayan, hayata
antidepresanla adapte olabilen ben, güzel olduğunu düşündüğüm için neredeyse
hiç çıkarmadığım kazağım, Garanti ve Turkcell dışında gün içinde mesaj görmeyen
telefonumla yurduma dönüyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder