Yağmurun yağıp yağmadığını, karşıdaki gecekondunun damında
birikmiş suda oluşan halkaların büyüklüğünden anlayabiliyorlardı. Bir sonraki
şimşeğin ne taraftaki kara bulutların arasından çakacağını tahmin etmeye
çalışmak çok keyifliydi. Ve bu şimşeğin önce yüzlerini daha sonra içinde
bulundukları odayı ne kadar aydınlattığına göre az sonra duyulacak olan gök
gürültüsünün şiddetini kestiriyorlardı. Bütün bu olayları kalın perde ve hemen
önündeki tül perdeyi aralamış, pervazda üşüyen dirsekleriyle izliyorlardı.
Dirseklerinin hemen yanında tüm bu olanları, eski bir yoğurt kabı içinde
pamuklara sarılmış bir nohut da izlemekteydi. O kabın içindekinin sadece
filizlenmeyi bekleyen bir nohut olduğunu söylemek sanırım bu ikili için biraz
acımasızlık olurdu. Onların hayattaki şimdilik en büyük sorumlulukları olan bu
nohut için her gün okuldan gelir gelmez yeni bir pamuk parçası koparır, nohutun
bir bebeğin altını değiştirircesine günlük bakımını yaparlardı. Gördüğü ilgiye
karşılıksız kalmayan nohut her gün biraz daha filizleniyordu. Şimşeği ve gök
gürültüsünü yaklaşık yarım saat kadar büyük bir ilgi ve neşe içinde izleyen bu
ikili sıkılmış olacak ki önce kalın sonra da tül perdeyi örterek odaya
döndüler. Odayı çeşitli konumlara atanmış mumlar aydınlatıyordu. Televizyonun,
ikiliği koltuğun yanındaki sehpanın ve yemek masasının (evde yemek yenenle
televizyon izlenen ayrı ayrı odalar olmadığı için odada büyük bir yer kaplayan
) üstündeki mumlar. Odada 1950’lerden kalma koyu kahve neredeyse siyaha yakın renkte
iki büyük dolap vardı. Aslında eski bir sokak arasında kirada oturan bir
memurun ailesinin evi olduğunu düşünürsek bu evin, o iki kitaplığın da azami ne
kadar büyük olduğunu siz düşünün. Ama bu iki çocuk için devasa dolaplar
olduğunu söyleyebiliriz. Dolaplardan birinin raflarında kitaplar doluydu ve
kitapların olduğu rafın hemen üstünde iki adet göz bulunmaktaydı. Bu gözler bir
kısım tarihi geçmiş bir kısım da çocuklar tarafından asla anlaşılamayan garip
isimli ilaçlarla doluydu. Dolabın zemine basan ayaklarının etrafında toz
kütleleri oluşmuştu. Yerdeki eskimiş halıflexin üstünde dolabın zaman zaman
biraz ileri biraz geri gitmesi sonucu oluşmuş küçük kareler vardı. Bu karelerin
çapıyla dolabın ayaklarının çapı, Sindirellanın ayaklarıyla prensin elinde kapı
kapı dolaştırdığı ayakkabının çapı arasındaki orandan bir farkı yoktu.
Dolabın evin küçük oğlu için ayrı bir önemi vardı çünkü
babası düzenli aralıklarla onu bu dolaba yaslayarak, onun dik ve sabit
durmasını ister ve elindeki cetveli kafasına hizalayarak dolaba bir çentik
atardı. Daha sonra bu çentik eldeki cetvelle ölçülürdü. Bu her ölçüm dolapta
yeni bir çizik bırakıyordu.
Yağmurun şiddetinin azalmasıyla çocukların neşesi de
azalmaya başlamıştı. Onlar her gök gürültüsünde, ertesi günkü okula gitme
zorunluluğundan biraz daha uzaklaştıklarını hissediyor mutlu oluyorlardı oysa. Az sonra elektrik de geldi. Neşeleri hepten
yok olmuştu. Artık odadaki her cisim fazlasıyla gerçek ve bir o kadar da
yıpranmıştı. Neyse ki nohut hala oradaydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder